Bir zamanlar, Anadolu’nun kuytu köylerinden birinde, halkın çok iyi tanıdığı, ancak kimseyle yakın ilişki kurmayan bir adam vardı. Adı Hüseyin’di. Hüseyin, kasabanın dışında, tek başına bir taş evde yaşıyor, neredeyse kimseyle görüşmüyordu. Ancak onun hakkındaki söylentiler, köyde dillere destan olmuştu. Söylentilere göre, Hüseyin’in ailesi yüzyıllar önce şeytanla bir anlaşma yapmış ve bu nedenle o evde gizemli olaylar yaşanıyordu.
Köy halkı, her sabah ve akşam, Hüseyin’in evinden garip sesler duyduklarını, bazen de ışıkların kendi kendine yanıp söndüğünü söylüyordu. Ama ne zaman birisi Hüseyin’i ziyaret etmeye cesaret etse, oraya vardığında evde kimseyi bulamıyordu.
Bir akşam, Hüseyin’in eski dostu olan Cemal, bu gizemi çözmeye karar verdi. Cemal, çocukluk arkadaşı Hüseyin’i bulmak için cesurca taş evin yolunu tuttu. Eve vardığında, kapıyı defalarca çaldı ama kimse açmadı. Kapı, kendiliğinden açıldığında, içeri adımını attı.
Evde her şey sessizdi. Her şey olduğu gibi duruyordu, ancak havada garip bir gerilim vardı. Cemal, Hüseyin’i aramak için içeri adım attığında, soluk bir ışık görünmeye başladı. O anda içeriye bir başka figür girdi. Karanlık, korkutucu bir varlık… Bu şey, yalnızca gözleriyle dikkat çekiyordu: Kızıl, derin ve ölü gibi. Cemal, geriye doğru çekilmek istedi fakat o varlık, adeta ona kenetlenmişti.
“Sen kimsin?” dedi Cemal, sesindeki titremeyi gizlemeye çalışarak.
Varlık, gülümseyerek cevap verdi: “Ben, senin tanımadığın bir dostum. Hüseyin’le yıllardır iş birliği yapıyoruz. Ama seninle de bir işim var.”
Cemal dehşet içinde geri çekilmeye çalıştı, ancak varlık bir adım daha attı ve Cemal’in önünde belirdi. “Hüseyin’le bir anlaşma yaptık. O, her istediğini elde etmek için bir bedel ödedi. Ama sen, senin ödeyeceğin bedeli biliyor musun?”
Cemal, ne olduğunu anlamaya çalışırken, birden Hüseyin odanın diğer tarafından belirdi. Yüzü korku doluydu, elleri titriyordu. Cemal şaşkın bir şekilde ona baktı. Hüseyin, yıllardır suskun kalmıştı, fakat şimdi gözlerinde bir şey vardı: pişmanlık.
“Cemal, buraya gelmemen gerekirdi,” dedi Hüseyin, sesi kırılgan bir şekilde. “Bunu sana söylememeliydim. Ama şimdi çok geç…”
Cemal, durumu anlamaya çalışıyordu. Hüseyin’in hayatı boyunca ne kadar sırlarla dolu olduğunu, köyde herkesin ona mesafeli davrandığını hatırladı. Birden, şeytanın sözleri aklına geldi: “Her bedel ödenmelidir.”
Şeytan, bir adım daha atarak Cemal’in gözlerine bakarak devam etti. “Hüseyin, bu anlaşmayı kabul ettiğinde, bir ruhunu bana vermeyi taahhüt etti. Ama şimdi senin ruhun bana ait olacak, Cemal. Bir yüzyıl daha burada kalacak ve her şeyin bedelini ödeyecek.”
Cemal, kalbinin çırpınışıyla geriye doğru bir adım attı. Ama ne kadar uzaklaşmaya çalışsa da şeytan ona yaklaşmaya devam etti. Hüseyin bir adım daha atarak Cemal’in önünü kesti.
“Beni affet, Cemal. Ama kurtuluşun yok. Benim gibi biriyle iş birliği yaptığında, tek bir seçenek vardır: Kendi ruhunu koru ya da başka birinin hayatını al.”
O anda Cemal, çok geç olmadan ne yapması gerektiğini anladı. Hüseyin’i son bir kez gözlerinden tanıdı, sonrasında hızlıca geri çekildi. Şeytanın karşısında hiçbir şansı yoktu ama Hüseyin’in verdiği bir şansı değerlendirebilirdi. “Bir ruh karşılığında, bir hayat kurtarılabilir mi?” dedi.
Şeytanın gülüşü, bu dünyaya ait değildi. “Hüseyin’in ödeyeceği bedel seni kurtarır mı, Cemal? Yoksa… belki de Hüseyin’i kaybetmek tek çözüm olabilir.”
Bir anda, her şey karardı.