Eylül ayının sonuydu ve hava erken kararmıştı. Selin, ailesinden uzak bir kasabada eski bir konağı ziyaret etmek için yola çıkmıştı. Konağı satın almayı düşünüyordu; uygun fiyatı ve tarihi dokusuyla onu cezbetmişti.
Kapı gıcırdayarak açıldığında, içeriden rutubet ve yılların tozu yüzüne vurdu. Loş ışıkta tavandaki eski avizeyi seçebiliyordu. Konağın içindeki mobilyalar terk edilmiş bir zamanın yankısı gibiydi. Ancak dikkatini asıl çeken, merdivenin yanında duran büyük aynaydı. Çerçevesi oyma desenlerle dolu ve oldukça eskiydi.
Selin, merakla aynaya yaklaştı. Tozlu yüzeyi eliyle silmeye başladığında aynanın içinde bir şeyin hareket ettiğini gördü. Sanki arkasında biri durmuştu. Hızla arkasını döndü, ama kimse yoktu. Kalbi hızla atmaya başladı. “Herhalde yorgunluktandır,” diye düşündü.
Gece ilerledikçe, konakta yalnızlığın verdiği huzursuzluk artıyordu. Ancak onu en çok rahatsız eden şey, aynadan gelen hafif fısıltılardı. Sanki biri ona bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Cesaretini toplayıp aynanın önüne geçti ve dikkatle baktı. Bu kez kendi yansımasından başka bir şey gördü: Aynanın derinliklerinde, karanlık bir köşede hareketsiz duran, gözleri kömür gibi siyah bir kadın…
Selin donup kaldı. Kadın bir anda ona doğru yürümeye başladı, ama adımları sessizdi. Selin kaçmak için arkasını döndü ve koşmaya başladı. Ancak aynanın yansıması olmadan konakta her şey karışmış gibiydi. Odalar birbirine bağlanmıyor, kaçış yolu hiç bitmiyordu.
Bir an durup nefesini toparlamaya çalışırken kadın aynadan fırlayıp karşısına çıktı. Soğuk ve kısık bir sesle, “Burası bana ait,” dedi. Selin’in çığlığı boş konağın duvarlarında yankılandı.
Ertesi sabah konağı görmek için gelen emlakçı, yerde Selin’in aynadan koparıp attığı çerçeve parçalarını buldu. Ancak Selin’e dair tek bir iz yoktu. Yalnızca aynanın önünde, yerde tek bir iz vardı: çıplak bir ayak…